29 Ekim 2009 Perşembe

ERİKLİ YÜZYILIN DERBİSİ


Tam da maçtan önce yazdığım gibi oldu derbi ve sonunda tam da o yazıda dediğim gibi fatura futbolculara ve taraftarlara yöneldi. Zaten olayın vehametinin farkında olmayan taraftarların birbirlerine "Ağlamayın lan..." "Mor menekşeler!" "Saraçoğlu teröristleri!" "Suyu siz attınız!" "Hayır siz attınız!" gibi argümanlarla saldırmalarıyla yine olayların gerçek faillerini es geçtik... Hayırlı olsun... Bundan böyle benim nacizane bir önerim var. Hayır hayır bu maçların saha kapatma cezası bir sonraki derbide kesilsin türünden bir öneri değil. Biliyorsunuz Fortis Türkiye Kupası artık Ziraat Türkiye Kupası oldu, süper lig zaten Turkcell Süper Lig... Madem biz derbilerde su bardaklarından şişelerden kurtulamıyoruz o zaman bunu da paraya çevirsin kulüpler. Bir su firması derbilere sponsor olsun Erikli Yüzyılın Derbisi veya Saka Derbilerin Derbisi gibi...

HAKEMLER..

Sizi Bilmiyorum ama ben hakemler sıkıldım. Zaten çok sevimsizler bu yetmezmiş gibi bir de beceriksizler yahu. Hadi sevimsiz oldun bari işini iyi yap da diyelim ki "Hacı adam iyi yönetiyo maçları..." Ya da tam tersi "Yaaa çok boktan hakem ama çok tatlı herif yaa yanaklarını sıkıcam.." diyebilelim. Bakıyorum hiçbirisi değil bu adamlar. O kadar eğitim alıyorlar, seminerlere gidiyorlar; mesela devre arasında yine Antalya'da yiyecekler içecekler maçları tekrardan izleyecekler, otel lobisinde okey oynayıp açık büfenin balını emecekler sonra maçlara çıkıp yine saçmalayacaklar. Bence 6 hakem mi 4 hakem mi tartışması bizim ülkemizde hiç hakem'e dönmeli. Böylece futbolcular bizim mahalle maçlarındaki gibi biraz itişirler biraz kakışırlar ama bir şekilde orta yol bulurlar. Kimse de kararlardan şikayet etmez. Hatta belki 3 korner 1 penaltıya geçilir falan o sorun da ortadan kalkar. Uluslararası müsabakalarda ne yapacağız o zaman morukcum derseniz; zaten gidemiyoruz ki be anam derim...

YILMAZ VURAL..

Yıllardır bu adamı ekranlardan takip ederim. Yılmaz hoca saha kenarında kendini yerden yere atar, futbolcunun kıçına şakacıktan vurur gol olunca stadda şeref turuna çıkar falan ama hepsinden önemlisi Yılmaz Vural yıllardır "Bana Fener'i verseniz ilk hafta şampiyon yaparın, Kartal'ı uçururum Cimbom'la Avrupa'nın ağzını kırarım!." der de kimse de hocaya büyük takım emanet etmez. Geçen akşam NTV'de ki programda Yılmaz Hoca "Milli Takım Teknik Direktörlüğü'ne adayım" dedi. "Avrupalı bizden anlamaz biz ülke içindeki durumlara göre motive oluruz" dedi. "Hakan Şükür'ü basketbolculuktan futbolculuğa geçirdim dünyaca ünlü futbolcu da yetiştirdim yani daha ne" dedi. Düşündüm, bence adama bir şans verilmeli. Sırf bu görev aşkı bu tutkusu için verilmeli. Sonuçta Yılmaz Vural sokaktan geçen herhangi biri değil. Almanya'da Daum'la aynı akademiye gitmiş (Yanlış hatırlamıyorsam... Yada başka bir yabancı hoca da olabilir) Antreman tekniklerini bilen, taktikten anlayan, e motivasyon desen Fatih Terim'den hiçde aşağı kalmaz bir hoca. O zaman verelim Milli Takım'ı Yılmaz Hoca'ya ne kadar kötü olabilir ki? Zaten Dünya Kupası'na gidememişiz en fazla Yılmaz Hoca'yla 2012 Avrupa Şampiyonası'na gidemeyiz olur biter. Zamanında Tınaz Tırpan'ın Milli Takım hocalığı yaptığı bir ülkede Yılmaz Vural bu görevi çoktan haketmiştir. Arkandayım Yılmaz Hoca! Batarsak bir de seninle batalım...


18 Ekim 2009 Pazar

İŞTE BUNU İSTİYORUM...

Yaşım 32, ilk defa bir futbol maçını izlediğimde 4 yada 5 yaşlarındaydım. Seksenlerin henüz başlarıydı. darbe sonrası birşeylerin yeniden şekillenmeye (yada şekilli şeylerin şekillerinin bozulmaya..) başladığı yıllardı. O zamanlar 3 büyükler derbileri İnönü Stadında oynarlardı. Gerçi bu zaten yeni bir bilgi değil ama tekrar hatırlamakta sakınca yok. O zaman tribünler yarı yarıya paylaşılır yüzde 5 saçmalığı yüzünden bir çok taraftar takımını izlemek için televizyona, kahvehane ve barlara bir sürü para bayılmazdı. Zaten televizyonun paralı olması gibi bir durum da yoktu. Maçlar açık kanaldan ki zaten elde bir kanal vardı, naklen yayınlanırdı. Yine de ben tribünlerde büyük boşlukların olduğu derbi maç hatırlamam. Üstelik güvenlik önlemleri asla şimdiki kadar çok değildi. Şimdinin belki de 5'te 6'da biri kadar polis gelirdi de yeter artardı bile. En fazla kapalı tribünün ortasını kapmak için sabahın erken saatlerinde tribünlerin marjinal grupları arasında olaylar olurdu. Kapalı ortası gibi hırsları olmayan normal vatandaşlar insan gibi gider izlerdi maçını. Başına da birşey gelmezdi. Şimdi o maçların bazılarına nostalji adı altında televizyonda denk gelince kendi kendime demek ki futbolu daha çok seviyormuşuz diyorum. Artık maçlar kapalı kanaldan parayla verilmesine ve o parayı düzenli olarak verecek insan sayısı az olmasına rağmen tribünler boş kalıyor. Neden acaba?

Futbolun içini boşaltıp bir takım para babalarının güç ve iktidar kaynağı haline getirdiğimiz için olmasın? Tamam her zaman futbol kulüplerinin özellikle de 3 büyüklerin başında olmak bir prestij bir güç unsuruydu ama hiç bir zaman bugünkü kadar iktidar partisi liderliği seviyesine gelememişti.

Bugün futbol sömürülüyor her kesim tarafından. Televizyonlar, gazeteler, kulüp başkanları, köşe yazarları, sponsorlar, futbolu yöneten yerel ve uluslararası kurumlar tarafından. Pasta o kadar büyüdü ve büyütüldü ki bu oyunu sevmemizi sağlayan oyuncular çok büyük sorumluluklar yüklenir hale geldiler. Hatta neredeyse bütün sorumlulukları onlara yükledi futbolun egemen güçleri. Bu sorumluluğun karşılığında da sus payı olarak büyük paralar ve şöhret kazandılar. Ama elde edilen para ve şöhret yaşadıkları stresi karşılamaya yetmiyor maalesef artık. İnsan bünyesi bir yere kadar kaldırabiliyor bu ağır yükü. Bunun sonucunda da saha içinde, istedikleri kadar maç öncesi iyi niyetli konuşmalar yapsınlar, birbirinden sevimsiz 22 adam futbol oynuyor. Birbirlerine çok sinirlenip ana avrat sövüyorlar. Rakiplerine acımasızca fauller yapıp, hakemi kandırmaya yönelik hareketlerle başarıyı çalmaya çalışıyorlar. Birçok pozisyonda birbirlerini itekleyip hatta dövmeye kalkıyorlar.

Çünkü onlardan bu kadar büyük paraların döndüğü bir piyasa da aldıkları paranın karşılığında sadece mutlak başarı isteniyor. Nasıl olursa olsun başarı... İstersen penaltı çal, istersen kol bacak kır. Vur kır parçala bu maçı kazan! Tribündeki bizler de sistemli bir şekilde zamanla bu çarkın içine dahil edildiğimiz için artık biz de bunu istiyoruz onlardan.. Ka-za-na-cak-sı-nız! O kadar!

Sahada güzel oynamanızın bizim için hiçbir önemi yok. Güzel bir topuk pasının, harika bir akının, süper bir kurtarışın, nefis bir şutun maçı kaybettiğiniz sürece hiç bir önemi yok. Maçın en güzel golünü atabilirsiniz ama kendi kalenize gol olmasına sebeb olursanız sizden nefret ederiz! İstersen 10 tane yüzdeyüz gol kurtar ama hatalı yediğin bir gol yüzünden maçı kaybedersek hiç kusura bakma ana avrat söveriz!

Önümüzdeki pazar Türk futbolunun (Beşiktaş'lı arkadaşlar kusura bakmasın) önem düzeyi en yüksek maçı oynanacak. Hem tarihsel hem de şu andaki lig tablosu açısından. Bütün hafta basında takip edeceksiniz. Bir takım adamlar çıkıp yalancıktan maçla ilgili taraftarlara, oyunculara yönelik iyi niyet mesajları verecek. Başkanlar taraftarları sakinliğe ve centilmenliğe davet edecek. Futbolcular belki ortak röportajlar verecek. Pazar akşamı saat 20'de ise hiçbirşey değişmeyecek. Sonrasında yine taraftarlara futbolculara yönelik eleştiriler kınama yazıları düzülecek. Eğer olur da tersi çıkar hiç bir olay olmazsa bu sefer birbilerine övgüler düzecekler.

Ama kimse de çıkıp bu tribünler bu futbolcular bu hale nasıl geldi diye sormayacak. Nasılsa suçlu belli; ahlak ve eğitimden yoksun futbolcular ve onların peşindeki cahil halk!

Çıkıp sorsan 10 taraftardan 5'i tribünler eskiye dönsün der. Ama artık çok geç. Ne tribünler yarı yarıya bölünebilir bundan sonra ne futbolcular Metin ve Can'ın naifliğine ve efendiliğine bürünebilir...
Bundan gayrı bu tür istekler çocukça bir hayal olmaktan öteye gidemeyecek maalesef...

Herkes için güzel bir derbi dileğiyle... Çok şey mi istiyorum...


7 Ekim 2009 Çarşamba

FUTBOL TOPLUM İÇİN MİDİR FUTBOL İÇİN MİDİR?

Futbolu çok seviyorum... Hastasıyım hatta... Yapmayı beceremediğim onlarca spor arasından izlemeyi en çok sevdiğim spor yada oyun... Hatta daha çok oyun... Neden seviyorum? Bir kere basit bir oyun. Kuralları belli, alanı belli ve oyuncu olmasan da izlemesi zevkli yorum yapmaya açık. Mesela atıyorum satrançta bir oyun ama yoruma o kadar açık değil üstelik basit hiç değil, oynamayı beceremeyenlere söz hakkı vermeyecek kadar kapalı, bilgiye muhtaç... Mutlaka zevk alacak vardır ama bana göre zevkli de değil. Futbol başka, futbol bizden, futbol basit. Sadece oynamayı bilenlere değil bilmeyenlere, beceremeyenlere yada başka bir deyişle sadece düşüncesi güzelllere de açık. O yüzden seviyorum. Futbol seven her adam gibi bir takım da tutuyorum; Galatasaray... Babam da Abim de Galatasaray'lı ama aileden değil kalpten gelen bir Galatasaray'lılığım var. Sarı-Kırmızı'yı ilk gördüğüm gün(en çok da kırmızıyı aslında) Galatasaray'lı oldum. Ama Galatasaray sevgisi ayrı ben futbolu seviyorum hocam... O yüzden oturup izliyorum alakalı alakasız maçları denk gelince. Güzel bir oyun güzel bir hareket görünce seviniyorum. Kameralar tribünlerdeki bir şovu gösterince seviniyorum. "Aa negzel kareografi yapmışlar" "Ohaa amma meşale yaktılar" diye kendi kendime konuşuyorum. O yüzden geçtiğimiz hafta sonundan bu yana spor programlarını izleyince ülkeden de spor basınından da soğudum. Mesele belli fotoğrafdan da anlaşılacağı üzerine. Frank Rijkaard... Bir açıyorum Rıdvan Dilmen B planı yok diyor, bir açıyorum Erman Toroğlu ben dediydim diyor... Beriki neredeyse zil takıp oynayacak. Öbürü hemen gitsin diyor. "Go Home" diye yazı yazıyor...

"Lan oğlum bi dur!" derler adama... Ne geldiyse başımıza bugüne kadar bu tez canlılıktan bu panikle sağa sola koşturmaktan gelmedi mi zaten? Bi sakin... Sadece futbol değil... 2001 krizi sonrası milletçe öyle bir panik yaptık ki AKP iktidar oldu ülkede... Zaten 2001 krizi dolayısıyla alınan tedbirler meyvelerini de onların iktidarında verince iyice yerleşmediler mi koltuğa? Sanki AKP değil ZÖKAPÖ olsaydı iktidar ekonomi düzelmeyecek miydi? Ama işte panik bak nerelerdeyiz şimdi.

Frank Rijkaard'a futbol cahili diyemem diyor büyük üstad Hıncal Uluç. Hocam deseydin bence dedim yazısını okuduktan sonra, deseydin hiç olmazsa bir mantığı olurdu. Geçen sene 5. olmuş bir Galatasaray var önümüzde. Ve karmakarışık futbol felsefeleri arasında sistemsizlikle bitirilmiş bir lig. Şimdi bir adam gelmiş kendi futbol felsefesini ve sistemini yerleştirme çabasında. Darmadağınık gardrobu düzenlemeye kalksan 1 gün sürüyo ne yapsan kabul edecek kazaklarla. Burda elimizde kendi yargıları düşünceleri alışkanlıkları ve kişilikleriyle bir takım dolusu adam var... Rijkaard bu adamların önce yargılarını alışkanlıklarını kıracak, kafalarındakini silecek, sonra kendi kafasındakileri onlara aktaracak sonra o aktardıklarını becermelerini bekleyecek. Bildiğin hasat yani. Sen adama tarla veriyosun bana mısır üret burda diyosun 2 hafta sonra "Hani lan mısır?" diye geliyosun lan bi dur! Bu adam Barcelona'da (yok anam öyle herkes başarılı olamıyo baştan söyliyim) 2 sene sonra şampiyon oldu. Onun oturttuğu sistemle (Gerçi sadece o dersek biraz haksızlık etmiş oluruz Van Gaal'e ve Crujyf'a) geçen sene Barcelona ortalığı sildi süpürdü. Real keyiften 250 milyon euro harcamadı transfere. Ve o Barcelona'nın sadece A planı vardı hocam. Dedim ya futbol çok basit oyun. Öyle 38 tane plana da ihtiyacın yok. Sadece adam gibi uyguladığın bir plan yeter de artar bile.

Ama burası Türkiye. Burda herkesin zaten A,B,C,D,E planları var. İşletme okuyup ressamlık yapan adamlar ülkesi burası. (Ben dahil) O yüzden kesmiyo galiba sadece A planı bizi. Bu yüzden zor Rijkaard'ın işi umarım yönetim bu kez gerçekten arkasında durur da biz de hiç olmazsa orjinal Barcelona olmasa bile çakma Barcelona izleriz tribünden. Ona da razıyız yıllarca çakma Lacoste giymedik mi zaten?

Sonuçta futbol toplum içindir. Sadece içinde bulunduğun şartlara ve gerçeklere göre oynayamazsın. Azıcık göze hoş gelen futbol da oynamalısın ve bunun için de Frank Rijkaard ve onun gibilere ihtiyacımız var ülke olarak. Bu yüzden "Don't Go Home" Rijkaard...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Başlıyorum...


Evde otururken kendi kendime konuştuğumu fark ettiğim zamandan beri (ki yıllar oluyo) "Ulan deli miyim ben? Kendi kendime konuşacağıma yazarım gider hacı..." diyorum ama tembellikten bişey yazmıyorum... Hala deli gibi konuşmaya devam ediyorum... Galba onu daha çok seviyorum ama artık aynı zamanda da buraya yazıyorum...

Sonuç; Deliliğe devam.. Bakalım klavyede de delirebilecek miyim? Hı?